BİR KADIN NE DÜŞÜNÜR
Yazdım çünkü
farklı olmanın bedelini böyle ödeyebilirdim…
Aslında
hepimiz farklıydık da, farklı olduğumuzu farkında değildik, ta ki fark edene
kadar…
Küçük bir
çocuk iken, tavanı yüksek ve devasa pencerelerinden denizin mavisi ile yeşilin
birleştiği harika manzarası olan bir evde hayal ederdim kendimi… O hayali her
düşlediğimde, yalnız ve kudretli bir kadın olarak, o pencerenin önünde tabiatın
kokusunu içime çekip denizin sükûnetini izlerken bulurdum kendimi…
O yaşımda
çevremde ne yaşanıyor, neler oluyor da böyle bir hayal kuruyordum bilmiyorum…
Kim bilir, etrafımda yaşanan olaylardan hangilerini seçip bilinçaltıma
depolamıştım, farkında olmadan ve farkına varmadığım… Neticede bilinçaltı bu…
Neyi yükleyip, neyi yüklemeyeceğini sana sormuyor ki…
Bilincimin
altında ne vardı bilmem ama o günlerde, ister tasavvuf ister kuantum fiziği ya
da enerji döngüsü… Adına her derseniz deyin, yaşamım ile ilgili hayal ettiğim
tasvirlerin gerçek olacağını bilseydim yine aynı hayali kurar mıydım
bilmiyorum… Tek bildiğim yalnız ve kudretli bir kadın olmanın hayalini kurdum…
Ve oldu…
Üstelik güç
ve kudret kelimelerinin arasındaki farkı bile bilmeden…
Öncelikle
şunu belirtmek isterim ki herkes, her kelimeyi kendi bilgi ve deneyimi kadar
algıladığı için sizlerin zihninde yalnızlık ve kudret ne demek bilmiyorum…
Benim için ise yalnızlık, kalabalık içinde kimsesiz kalmak değil aksine aynı
kalabalık içinde huzur ve bu huzura kabul edeceğim insanları seçme lüksü demek…
Etrafındaki insanların, sana dikte ettiği fikirlerine, herkesin aynılığına inat
sen kalabilmektir… Kudret ise her hangi bir makam, ün ya da maddi zenginliğin
gücüne değil de, sadece kendin olarak kimseye minnet etmeden, boyun eğmeden, her
yaşanana eyvallah diyerek farkındalık ile yaşayabilme özgürlüğüdür…
Çocukluk
anılarıma dönüp baktığım zaman, karakterimin de tipim gibi farklı olduğunu
hatırlıyorum diğer çocuklardan… Sanki Walt Disney tarafından çizilmiş bir çizgi
film kahramanı gibiydim… Kafamın üzerinde sanki kendi bağımsızlığını ilan etmiş
olan kıvır kıvır saçlarım, her daim ağzında lokma varmış gibi duran hafif
pembemsi kocaman yanaklarım ve bez bebeklere dikilen düğmeler gibi duran boncuk
gözlerim ile tanıdık tanımadık herkesin sevmek için bir köşede kıstırma planı
yaptığı bir çocuktum… Bizim milletin çocuk sevmekten anladığı, çocuğun
yanaklarını koparırcasına ısırmak ve sıkmak olunca, bende kendimi sevdirmemek
için her türlü gıcıklığı yapardım… Çok konuşmaz, sırnaşmaz, kendi hayal
dünyamda yaşardım… Duvar boyamak, eşya kırmak, koltuk yırtmak gibi huylarım
yoktu… Garip bir şekilde yaramaz çocuk kriterine uymasam da bedenimin çeşitli
yerlerindeki dikiş ve yara izleri hala görünür… Bir anlamda kendi köşemde,
kendime zararım olan farklı bir tarzım vardı…
2010 yılı
öncesine dair birçok anımı net olarak hatırlamıyorum ama bazı anlar var ki
zihnimin bir köşesine mıhlanmış, unutmak istesem de unutulmuyor…
Mesela henüz
ilkokul çağında, oturduğumuz evin karşısındaki binaya yapılan otopark girişi
inşaatında ne işimiz vardı bilmiyorum… Çocukluk işte… Arkadaşlarım ile nasıl
bir oyun kurduysak kendimize oraya gitme kararı almıştık… Herkes otoparkın
girişi olan düz yolda yürürken, ben ise diğerlerinin aksine yolun henüz
tamamlanmamış kenar kısmından, üstelik sıralı tuğlalar üzerinden sek sek
yürümeye çalıştığımı net hatırlıyorum… Sonrası ise annemin kucağında gözümü
açışım… Hatırlamadığım o ara zamanda, yaklaşık bir apartmanın ikinci kat
yüksekliğinden, üzerinde cam kırıkları olan bir elektrik dolabının üzerine
düşmüşüm… Üstelik bırak kırık çıkığı, burnum bile kanamamış… Herkesin yaptığını
değil de farklı olanı yapabilme arzuma yönelik risk alma huyum belli ki o
günlerden kalma…
Keşke çocukluk
dönemi yaramazlıklarım bu olay ile sınırlı kalsa… Bir de sokak hayvanları ile
maceralarım var ki hala dillere destandır…
İnsanlar
gibi hayvanlar ile de haşır neşir olmayan bir çocuk olmama rağmen her sene 3
kuduz aşım garantiydi… Her yaz bir kere mutlaka bisiklet ile bir arabanın
altında kalırdım… Her hangi bir zamanda diliminde mutlaka akıl almaz bir şekilde
bir yerden düşer, bedenimin her hangi bir yerine bir kaç dikiş atılırdı…
Hani spritüalizm;
“Sınavını geçene kadar aynı olay ile sürekli sınanırsın… Korkun ile yüzleşene
kadar aynı olayı, farklı senaryo ile tekrar tekrar yaşarsın…” der ya, belki de
ölüm korkusu hissetmeyişimin sebebi de bu yüzden… Zira ilerleyen yaşlarda da
araba ile yokuş aşağı inerken araba freninin patlaması ya da bir başka trafik
kazasın da bariyere çarpmamızın hızı ile camları tuz buz olup, kibrit kutusuna
dönen arabadan tırnağım bile kırılmadan çıkışım oldu… Tabi o zamanlar,
yeterince bilinçli olmadığım için önüme geleni sadece yaşıyordum… Şimdi, yeni
yeni anlıyorum yaşadığın korku her ne ise onunla yüzleşmediğin sürece evrenin
her sınavı sana tekrar tekrar yaşattığını…
Dedim ya
değişik bir çocuktum… Kız çocuğu olmama rağmen hiçbir zaman beyaz atlı prensini
bekleyen bir prenses hayali kurmadım kendime dair ya da anne olmuşum da
çocuklarıma bakıyormuş kocam gelecekmiş yemek yapayım ve benzeri evcilik
oyunlarım çok nadirdi… Tüm bunların
yerine büyüyünce çok zengin olup içinde 7/24 doktor ve hemşirenin görev aldığı,
her daim sıcak yemeklerin ve sıcak suyun bulunduğu; sokakta yaşayan
kimsesizlerin ücretsiz yaşayacağı kocaman bir bina yapabilmekti hayalim… Belki
bir gece İzmir Üçkuyular’da, ailem ile kendi aracımızda kırmızı ışığı beklerken
göz göze geldiğim ve bakışları ile beni içene çeken saçı sakalına karışmış,
evsiz o yaşlı amcaydı bu hayalin sebebi… Belki de mahallemizde sokaklardan
topladığı naylonlar ile kendine yaptığı çadırda yaşayan ve yaz kış aynı uzun
kürkü ile gezen teyzenin, bazı geceler (o zamanlarda çocuk aklımın idrak
edemediği, sebebini sonradan anladığım) attığı acı çığlıklardı…
Çocukluktan
ergenliğe geçtiğim dönemde ise yaşamımda her daim var olan adrenalin, hız ve
gerginlikten olsa gerek ermiş, eren, evliya, derviş gibi isimlerin ayrımını
bilmeden o insanların huzuruna hayran oldum hep… Sessizliğin verdiği sükûnete âşık
oldum… O günlerden sonra ise dualarımda hep aynı dileği diledim…
“Rabbim, her
ne yaşarsam yaşayayım bana sessiz kalabilme yeteneği; bir bakış ile insanları
anlayabilecek kadar bilgi; insanların yanımda huzur bulabileceği kadar derinlik
ver…”
Elbette bu
duada yine hayal ettiklerimin gerçekleşeceğini bilmeden kurduğum bir hayaldi…
Yirmili
yaşların başına geldiğimde ise her ne kadar ben fark etmesem de, evren
dileğimin gerçekleşeceğine dair bir mesaj göndermişti… Tatillerde ve okuldan
arta kalan zamanlarda İzmir Kemeraltı’nda kuyumcular çarşısında bulunan,
babamın iş yerinde çalışıyordum… Bir komşu esnafımız vardı… Şeref baba… Ticaretin agresif yanına rağmen hiç
sinirlendiğini görmedim Şeref babanın… Hep gülümserdi… Herkesi anlayışla; her
durumu da olgunluk ile karşılardı… Çevremde, en küçük olaya öfke patlaması
yaşayan insanlar arasında, gözlerindeki parlayan ışık, dudağında her daim hazır
duran tebessüm ile fark yaratırdı o… Evet, farklıydı… Çevremdeki herkesten
farklıydı o…
Nasıl böyle
kalabildiği merak duygumu uyandırmıştı… Uzaktan uzağa hep gözlemlerdim onu… O
da bu merakımı fark etmiş olacak ki bir gün “Tasavvuf” dedi… “Yaranın içindeki
Yaradanı görebilme yeteneği”…
Her gün
görüşür olduk Şeref baba ile ve her görüştüğümüzde, sohbet sohbeti açtı, Şeref
baba anlattı ben dinledim… Bilmediğim kelimeler, anlamakta zorlandığım teoriler
havada uçuşuyordu… Neticede yirmili yaşlarda aklı bir karış havada, hayata
tutunmaya çalışan bir ergendim… Anlamakta zorlanıyordum… Allah var çok emek
verdi bana ama aklımın derste değil de başka bir yerde olduğunu fark ettiği bir
gün meşhur kara kaplı defterini kapatıp “Yok kızım olmayacak… Daha vaktin
gelmemiş… O yüzden bu defteri şimdilik kapatıyoruz…” dedi… Ne kadar ısrar edip
özür dilesem de kararından vaz geçiremedim Şeref babayı… Son sözü “Sen zaten bu
yolun yolcusu olacaksın sadece o gün bugün değil… Şimdilik dünyevi işlerine
odaklan, kırklı yaşlarına geldiğine nasıl olsa yine yolumuz kesişecek…” oldu…
Haklıydı
Şeref baba… O konuşmanın üzerinden 15 yıl geçip, hayat beni yoğurup kavururken
bir gün o yolun ne olduğunu öğrendim ve öğrenmek ile kalmayıp yolda olduğumu
fark ettim…
Yaşamak
artık sıradan bir eylem değildi benim için… 35 yıl boyunca deneyimlediğim
olaylar, edindiğim bilgiler ve gözlemlerim her geçen gün daha sakin bir insan
yapmıştı beni… Elbette bir Şeref baba olmamıştım ama en azından yoldaydım…
Garip ama
acılarıma tebessüm etmeye başlamıştım… Yaşadığım, bana göre olumsuz
deneyimlerin aslına hayatıma ve karakterime nice güzellikler kattığını görmeye
başlamıştım… Yaptığım yanlışların ya da yapamadığım doğruların suçunu
başkalarının üzerine atmaktan vaz geçip, aldığım kararların sonuçlarının
üstlenme cesaretini gösterebiliyordum… “Evet, hata yaptım ve bu kimseyi
ilgilendirmez çünkü bedelini de yine ben ödedim” demenin rahatlığı bambaşka bir
huzurdu…
Kendimde ki
bu değişimleri fark ettiğim gün hemen telefona sarılıp Şeref babayı aradım… Hiç
değişmemişti… Aynı sevecen, sıcacık ses tonu ile selamladı beni…
“Baba” dedim
“15 yıl önce bahsettiğin yola girdim ama yol nereye gidiyor bilmiyorum… Rehbere
ihtiyacım var…”
Kısa bir
nefes arasından sonra “Bak kızım” dedi Şeref baba “Senin aradığın o Mevlana,
Şems gibi öğretmenler bu devirde bulunmaz… O yüzden böyle bir rehber arayarak
beklentin karşılanmayınca hayal kırıklığına uğrama… Zaten sana senden daha iyi
bir rehber de bulamazsın…”
“İyi de
baba… Bir şey bilmiyorum ki, bilmediğim konu da kendime nasıl rehber
olabilirim?”
“Vicdanın
var ya kızım… Vicdan dediğin en iyi rehberdir… Yanlış yaptığın zaman bir
söylenmeye başlar, ta ki doğruya dönene kadar da susmaz… Sana senin vicdanın
yeter… Sadece bir konu da uyarmalıyım seni… Su derin… Su güzel… İçine çeker
seni… O yüzden dikkatli ol… Bir an da çıkmak istersen vurgun yersin… Yolun sonunda
ya meczup olursun ya da mecnun… Hangisini olacağın tamamen senin elinde…”
diyerek kapattı telefonu…
Evet, yola
girdiğimi farkındaydım ama bu yol öyle bir yol ki, ne ne zaman yola koyulduğunu
bilebilirsin ne de yolun ne zaman biteceğini… Yol, uzanır gider ruhun da ona
eşlik eder…
Bilgi, yolun
ana yemeği bilinç ise yemeğin üzerine içmek için güzelce demlenmiş bir bardak
çay gibidir… Bilinçsiz kullanılan bilgi, aç karnına içilen çay gibidir… Ne tadı
vardır ne de zevki…
Özellikle
son 9 yıldır, sürekli okuyorum… Sürekli öğreniyorum… Kitaplar, eğitimler,
seminerler… Kuranın ilk emri oku, ikincisi yaz misali önce öğreniyorum sonra
yazarak ya da konuşarak öğrendiklerimi aktarmaya çalışıyorum… Bildiklerimi
öğretmek, bilmediklerimi öğrenmek hayat amacım oldu… Hatta mesleğimi sonralara
o “okur, yazarım” diyorum “bir de konuşurum…”
Belki meslek
hastalığı belki de karakteristik özellik sürekli soruyor ve sorguluyorum… Her
yeni öğrendiğim bilginin, bir önce öğrendiğim bilgi ile bütünleştiğini görmek
daha da heveslendiriyor…
Din,
siyaset, ekonomi, kimya, fizik, matematik, sanat, spor, anatomi, psikoloji vs hepsi
bir nokta da birleşip bütünü oluştururken, o oluşan bütünün görkemin gözlerimi
kamaştırıyor… Yeni bilgiler edinmek için heveslendiriyor…
Başlarda sadece
kendi bilgi açlığımızı doyurmak için yaşadığınız bu durum bir süre sonra çevre
ile olan iletişimimizi etkiliyor… Onca bilgi içinde, bilgisizlik ve toplum
kurallarımız arasında sıkışıp kalıyoruz…
Öyle
sınırlar çizilmiş ki sorgulamadığımız… Herkesin iyisi de kötüsü de, doğrusu da
yanlışı da bir… Sekmez, yanılmaz, yıkılmaz kurallar bütünü olarak beynimize
zerk edilmiş ve bir nevi başkasının beyni ile farkında olmadan ezbere aynı
hayatı yaşar olmuşuz… FARKINDA OLMADAN AYNI HAYATI YAŞIYORUZ…
Oysa dünya
üzerinde var olan herkesin parmak izi gibi beyin kıvrımları da farklı… Bu
yüzden hepimiz bir olay karşısında farklı düşünüyor ve farklı hissediyoruz… Bu
kadar farklı iken bu denli aynı yaşamak için çaba vermek ne kadar mantıklı?
Üstelik aynı insan, aynı olayı farklı zamanlarda yaşadığı zaman verdiği
tepkiler de o günün şartlarına göre farklı olurken niye hepimiz aynı doğru ve
aynı yanlışı savunuyoruz? Zihnimize yüklenen doğru ve yanlış aslında kimin
doğrusu? Kimin yanlışı? Gerçekten bizim mi?
Madem DNA’m,
parmak izim ve beyin kıvrımlarım farklı iken niye olaylara ve insanlara bakış
açım aynı olmak zorunda? Kimseye zarar vermiyorsam; çevremin şahsıma duyduğu ve
benim onlara gösterdiğim saygıyı yitirmiyorsam niye aynı düşünüp, aynı konuşup,
aynı davranmak ve daha ötesi aynı yaşamak zorundayım ki?
Tüm bunların
birleştiği noktada herkes, herkes iken siz yolda iseniz işler biraz sarpa
sarıyor… İnsanların söylemediklerini bakışlarından, duruşundan, yaydıkları
enerjiden anlayabiliyorsunuz… E yaş olmuş 36, ergen de değilseniz “he” deyip
geçiyorsunuz ama zihinde bir yer var işte orası susmuyor… Anlatabildiğin kadar
anlat, ulaşabildiğin kadar insana ulaş diyor sürekli… Hissettiklerim ya da
düşündüklerim için kurduğum bir cümleyi, karşımdaki insana bir paragraf ile
anlatmak zorunda kaldığım ve buna rağmen anlatamadığımı anladığım an,
“yazmalısın kızım” dedim kendime…
Yazdım çünkü
sosyal hayatta anlatamadıklarım vardı…
Mesela 2
aydır regl olmuyorum…
Doktor
rahimde kalınlaşma var deyip ilaç verdi… İlaç bitince kanama gelecekmiş sonra
da kanama sırasında hormon testi yapacaklarmış…
İlacı
kullanmaya başladığım günden itibaren vücudum öyle şişti ki ben bile beni
tanıyamaz oldum… Ellerim, yüzüm, karnım, bacaklarım… Sanki hamileymişim de ha
doğurdum ha doğuracağım… Hal böyle olunca bir süredir görüşmediğim insanlar ile
karşılaşınca bedensel değişimim onların da dikkatini çekti… Birçoğu da hamile
olduğumu düşündüler… Kimi açıkça sordu, kimi sormak isteyip de soramadığını
gözleri ile dile getirdi… Ne de olsa bekar bir kadındım ve ülkemizde bekar
kadınların hamile kalması pek edepli bir şey değildi onlara göre…
Böylesi
düşüncelerin geçtiği bir zihnin gözlere yansımasını gördüğüm zamanlarda, benim
zihnimde de onlarca düşünce geçiyor… Konuşmaya kalksam saatler sürecek… Buna da
ne halim var ne de mecalim üstelik gerek de yok…
Düşünce
gücünün mantığını öğrenip, sadece düşüncelerini değiştirerek 20 kilo vermiş bir
insan olarak çevremde parmak ile gösterilirken; bir anda sadece bir ilaç ile
yeniden kocaman bir bedene sıkışmak nasıl bir duygudur bunu ancak yaşayan
bilir… Zaten hormonal dengesizlik yüzünden gerginim, üzerinde gelen bedensel değişiklik
yüzünden hiçbir kıyafetime sığmıyorum… Ellerimi bile istediğim gibi
kullanamıyorum… Ayaklarım ayakkabının içine sığmıyor… Zaten çıldırmış
durumdasın ve karşına bir densiz çıkıp “aaa noolmuş sana böyle” diye küçümseyen
bakışlar ile konuşuyor ya... Al onu vur duvardan duvara… Var say ki kilo aldım…
Vücumdaki de geçici bir ödem değil yağ tabakası olsun… Sana ne arkadaşım?
Şişman insanlar ölmeli diye bir kural mı var? Ya da yaşayan herkes fit olacak
diye?
Gebelik
ihtimali ise bambaşka bir konu… Kadınsan ve bekarsan sevişemezsin? Sebep? Hadi
bu mantığı kabul ettik diyelim… Bekar kadın sevişemez ise bu kadar erkek ne
yapıyor? Birbirlerine mi?... Ha, bir de bu konu var tabi… Erkek erkeğe ve kadın
kadına yaşanan cinsellikler…
Günümüzde
LGBT gerçeği varken, cinsiyet değişikliği tercihi yapan insanlara bakış açımız
hala dar alanda kısa paslaşmalar… Çünkü duygularımız dar… Çünkü zihnimiz dar…
Bu durumun içinde bulunan insanları ve onların yakınlarını anlamamak için
gösterdiğimiz çaba ise ultra geniş…
Kafe işletmeciliği
yapan bir arkadaşım, mesleği gereği yıllarca cinsel tercihi normal(!) olmayan
insanlar arasında yaşamış ve bu duruma oldukça hakimdi… Bu arkadaşımın, ikinci
gebeliğinin bilmem kaçıncı ayında çocuğun sağlık durumu ile ilgili yapılan
testler sonucunda sorun olduğunu anlaşılmıştı… Sizlerin olduğu gibi benim de
ilk aklıma gelen Down sendromu gibi bir şey olabileceğiydi… Oysa durum çok
farklıydı…
Klinefelter
sendromu diye adlandırılan bir durumdu içinde bulunduğu… Çocuk anne
karnındayken testosteron hormonun yeterince salgılanmamasından kaynaklanıyordu…
Erkek bebek anne karnında yeterince testosteron alamayınca beden yapısı dişi
beden yapısında gelişiyordu… Daha az kıllanma, daha yuvarlak beden hatları,
daha zayıf kaslar gibi… Doktoru, arkadaşımı “İlerleyen yıllarda, çocuğun
cinsiyet değişimine gitmek isteyebilir… Bunun toplumumuzda getirebileceği
zorlukları az çok tahmin ediyorsundur… Bu yüzden kararını iyi düşün… İstersen
hemen gebeliği sonlandırabiliriz…” cümleleri ile sıkı sıkı tembihlemişti…
Durumu
yaşayan ben olmamama rağmen, gözlerim kocaman açılmış yüzüm yanmaya başlamıştı…
Çok büyük bir sorumluluktu bu… Titreyen sesimi düzeltmeye çalışarak “Eee, ne
yapmayı düşünüyorsun?” diye sorduğumda, karşımda dev gibi kocaman yürekli bir
kadın gördüm…
“Bunca
yıllım LGBT arasında geçti… Onların yaşadığı hayatı, sorunlarını,
hissettiklerini çok iyi biliyorum… Demek ki benim bu dünyaya geliş amacımda,
böyle bir ruhun yanında olmak varmış… Yaşanan onca deneyim bu duruma hazırlamış
beni… On sekiz yaşına geldiğinde çocuğumun kararı ne olursa olsun ona saygı
duyacağım…”
Bu cevap ile
hissettiğim duygulardan ve aklımdan geçen düşüncelerden ben utandım… Neydi o
halim? Ne için o kadar tepki vermiştim? Sırf onun yaşadıklarını ve
hissettiklerini, biz anlamıyoruz ve hatta anlayamıyoruz diye yani asıl sorun
bizdeyken doğmamış bir çocuğa ölüm fermanı yazabilecek duruma mı gelmiştik? Şu
halimize bakar mısınız? Her hangi bir tercihi sebebi ile insanların
hayatlarının sonlanmasına sebep olacak bu kadar baskı fazla değil mi?
Gebelik
konusuna dönersek…
Gebelik,
toplum için bir kadının cinsellik yaşadığının kanıtıdır… Evli bir gebe anne
olduğu için kutsalken aynı gebe evli değil ise orospudur… Ne kadar kolay
söyleniyor ve yazılıyor değil mi? OROSPU… Kadını da erkeği de özellikle
sinirlendikleri zaman ne kadar rahat, hem de ağız dolusu ile söylüyorlar bu
kelimeyi…
Bak güzel
kardeşim orospuluk bir meslek, orospu da o işi icra eden kişidir… Tıpkı ressam
ve resim yapmak ya da inşaat mühendisi ve inşaat sektörü gibi… Üstelik orospu
kelimesi bir hakaret değil övgü olmalı bence…
Bugün biz
kadınlar, bazı günlerde eşimiz ile bile sevişmek istemezken onlar psikopat mı?
Manyak mı? Temiz mi? Pis mi? Bilmeden bir günde belki 50 belki 60 erkek ile
seks yapıyorlar… Hem de üç kuruş için… Bedenleri, hormonları, ruhları
yıpranıyor… Sen tertemiz evinde yumuşatıcı kokan çarşafında “Ay başım ağrıyor”
diye nazlanırken, kim bilir onlar neler yaşıyor hiç düşünmüyorsun bile… Kusura
bakma ama sen o hayatın 10 dakikasına bile dayanamazken, onlar ömürlerini
veriyorlar orada… Onlarda ki cesaret,
onlar da ki “belki bir gün” umudu hiç birimiz de yok… Belki de bu yüzden hayat
kadını deniyor…
Anlamadığım
bir diğer konu da genel evlerin içinde çalışan kadınlar toplumun gözünde
ahlaksız diye adlandırılırken; o evin kapısında ağzında salya akıtıp, gözlerini
parlatarak bekleyen; üç kuruşu verdi diye o arada hayatını geçindirmek için
para kazanmaya çalışan kadına her türlü sapıklığı yapabileceğini zanneden
erkeklere niye kimse ahlaksız demiyor? Bu kadınlar orada kendi kendini mi beceriyor?
Seks eylemi tek başına mı ve sadece kadınlar tarafından mı yapılıyor genel
evlerde?
Ay şuraya
bak… Bir regl olamamaktan konu nerelere geldi… Niye yazdığım artık biraz daha
netleşmiştir umarım… Zira bir bakış, bir duruş, bir ağaç, bir hayvan vs
zihnimde ardı arkası kesilmeyen onlarca düşünce zinciri haline geliyor…
Mesela o
düşünce zincirinin bir halkasında da regli olma durumuna hastalanmak demek var…
Hastalık dediğin bir organizmanın işlevinde sorun olmasıdır yani bir nevi
bozukluktur… Oysa regli olma durumu ise sağlıklı olma halidir… Asıl regl
olmuyorsan, o kanama gelmiyor ise hastasın demektir… Bu yüzden bir kadının en
sağlıklı haline “ay hastalandım” ya da “ay bu ay hastalanmadım” demesi
gerçekten çok ilginç… Bir insan kendi zihnini kendi bilinçaltına ne diye böyle
bir işkence yapar ki?
Neticede
bilinçaltı denen şey, şakadan anlamaz… Onun kişi ayırma durumu da söz konusu
değildir… Yani espri olarak dahi bir insana “Ay ne aptalsın” deyip
güldüğünüzde, bilinçaltı bunun espri olduğunu anlamaz ve kendine söylenmiş
olduğunu kabul eder… Bu durumda da “Madem ben aptalım, o zaman kendimi aptal
hissettirecek kararlar almalıyım” düşüncesi ile davranışlarımızı yönlendirir…
Şimdi bu
bilginin ışığında düşündüğümüzde, bir kadın her ay defalarca ne sebeple kendine
hasta olduğunu söyler… Üstelik yüksek ses ile söylenen cümlelerin zihinde ki
etkisi daha fazla iken…
Hastalanmanın
yanı sıra bir de kirlenmek deyimi var… Tam saç baş yolduracak cinsten… Biraz
düşününce regli olmak hamile olmadığının kanıtı… Eski zamanlarda, kadınların
gebe kalması için gözünün içine bakılırmış belki de o kadınların regl olmaları
rahminde bir çocuk olmadığı, anne olmadığı için “Kirli” deniyor olabilir mi?
Böyle olsa bile kadınlığı annelik ile yüceltmek ne büyük bir acı… Oysa kadından
öte insan olabilmek ne kadar yüce… Bir bunu anlayabilsek…
Bir de bu
işin halk arasında konuşulmama, konuşanı da ayıplama gibi bir durumu var… Bir
gezen olan ay, 28 günde bir döngü içinde dönüşüm sağladığı için kadına
benzetilirken biz kendi varlığımızdan utanıyoruz… Zaten utanılacak ayıp bir şey
olsa bizleri yaratan Allah menstural denilen bu döneme girmemizi de engellerdi
her halde… O utanmamış, dişi olan her varlığın bu dönemi yaşamasını uygun
görmüş de biz niye konuşmaya utanıyoruz? Aslında cevap basit ve bizi
zihnimizdeki aynı kısır döngüye götürüyor… Regl = kadın olma hali, kadınlık =
cinsellik… Regl olan bekar kadının da sevişerek ahlaksız olma ihtimali
yüksektir… Peh…
Size bir sır
vereyim mi? Şu iki aydır düşündüğüm ve hissettiklerimin benim açımdan yukarıda
yazdıklarım ile hiçbir ilgisi yok… Yok şişmişim, yok konuşmamı kınamışlar, aman
efendim namusumdan şüphelenmişler… Umurumda değil!
İsmini
hatırlamıyorum ama yabancı bir doktorun yazdığı bir kitapta okumuştum… İlk önce
bağırsaklarımız duygularımızı hissedermiş sonra hisler beyne düşünce olarak
gidermiş, o düşünceler ise bedende hastalığa dönüşürmüş…
Şimdi
düşünüyorum da 36 yıllık hayatımda, bu kadar baskı içinde farkında olmadan bana
yüklenen sözde doğrular yüzünden kadınlığımı nasıl sevememişsem… Kadın olarak
yaşamaktan nasıl yorulmuşsam… İstemesem de kadınsan itaat edeceksin, kadınsan
namuslu olacaksın, kadınsan susacaksınları nasıl kabul ettiysem… Zihnimin ve
öğretilenlerin arasında sıkışıp kalışım bana hastalık olarak geri döndü…
Rabbim beni
özenerek yaratıp, bu dünyaya göndermiş ama ben kendi varlığımın kıymetini
bilememişim… Varlığımın kutsallığını insan olabilmekte kullanamamış, o baskı
altında insanlığımı kadın olmak ile ezmişim… Şu bilgim ve bugünkü farkındalığım
ile bir daha dünyaya gelsem kimin ne dediği ne düşündüğü umurumda olmaz…
Testler sonucunda olur da doktor bana, erken menopoz derse o sözünü dinlediğim
namus bekçilerinin hangisi bana hayallerimi yaşatabilecek? Yapacağım hangi
orospuluk bana annelik duygusunu tattırabilecek? Vücudumda eksilen hormonları
hangi ahlaklı insan geri koyabilecek?
Artık aklım
başıma geldi… İnşallah geç kalmamışımdır…